Genelde en dolu ve heyecanlı geçirdiğimiz zamanlar çok hızlı geçer, mesela tatildeki ilk gün. Zamanın nereye gittiğini anlayamayız. Ancak geri dönüp baktığımızda, o dolu dolu geçen anların hafızamızda aslında gerçekte kapladığına kıyasla çok daha fazla yer kapladığını fark ederiz. Bunu monoton ve boş geçen bir zamanla kıyaslayayım, mesela hastayızdır. Zaman biz istirahat ederken ağır ağır akar. Ama sonradan dönüp baktığımızda o hasta geçen günlerin hafızamızda hiç yer kaplamadığını görürüz, hafsamız o anları resmen gereksiz görüp silmiştir.
Şu an okumakta olduğum, Stefan Klein’ın Time adlı kitabında da yazar bu duruma değiniyor. Bu durumu açıklamaya çalışırken kullandığı örnekse Alfred Hitchcock’un Rope adlı filmi. Ben de ne zamandır Alfred Hitchcock’a bir yerden başlamak istiyordum ama çok fazla efsane filmi olduğu için nereden başlayacağıma karar veremiyordum. Bu olay benim için de güzel bir bahane oldu ve sonunda Hitchcock eserlerine bir giriş yapabildim.
Açıkçası filmi pek bir beklentim olmadan açtım. Hem ne olursa olsun oldukça eski bir film hem de biraz karışık eleştiriler almış. Hitchcock bile bu filmini başarısız olmuş bir deneye benzetmiş, bunlardan dolayı pek etkilenmeyi beklemiyordum. Ancak durum hiç öyle olmadı.
Başlarda biraz kayıtsız izliyordum, hızlı ve dönemine kıyasla çok şiddetli bir başlangıç yapmasına rağmen. Aşağı yukarı neyin olacağını da biliyordum zaten. Ancak ilk on dk geçtikten ve tüm oyuncular toplandıktan sonra film beni bir içine çekti, bir anda zaman hem hızlanıp hem ağırlaştı. Usta yönetmen çok iyi manipüle etmiş gerçekten de zamanı.
Ona neden gerilimin ustası(master of suspense) dendiğini de anlamış oldum, ne olup biteceğini aşağı yukarı bilmeme rağmen o gerilimin dozunu arttırdıkça benim de kalp atışlarım git gide hızlandı ki ben öyle kolay da gerilmem. Gerçekten heyecanlandırmayı başardı beni.
Teknik açıdan ne kadar başarılı bir yönetmen olduğu da belli oluyor, zaten her baba yiğidin harcı değildir tek mekanda geçen film çekip de izleyiciyi ekrana kitleyebilmek. Bu film ayriyeten onun en deneysel filmi sayılıyormuş. Kamera hileleri kullanarak filmi tek çekim gibi gösteriyor, böylece sürekli olarak hiçbir anı atlamadan daireyi gözlemlemiş gibi oluyor seyirci. Buna rağmen, az önce de belirttiğim gibi, manipülasyondaki ustalığı sayesinde gerçekte olduğundan daha fazla zaman geçmiş gibi de hissettirebiliyor.
Fakat eleştirilerim tabii ki de mevcut. Diyalogları pek gerçekçi bulmadım, ama belki New York kodamanları gerçekten de böyle konuşuyorlardır, orasını bilemem. İki yavşak beklemediğim, yapmamaları gereken hatalar yaptılar. Ama belki de kastidir, bilemiyorum. Bazı muhabbetler ve fikirler de biraz boştu benim nezdimde, ama belki bu da yine bilerek yapılmıştır. Sonu da çok beğenemedim, Tarantino tarzına alışmış biri olarak sonda hocanın iki züppeyi de vurmasını beklerdim. Ama tabii bu Pulp Fiction’dan çok önce, daha o dönemlerde böyle bir konsept yoktu.
Sonuç olarak filmin iyi denk geldiğini söyleyebilirim. Ne zamandır bir başlangıç yapmak istiyordum Hitchcock’a ve sonunda yapabildim. Bu filmde gösterdiği ustalığın da beni asıl başyapıtlarını izlemek için heyecanlandırdığını söyleyebilirim. Umarım onları da en yakın zamanda izlerim.