Awakenings (1990)


Bu film uzun süredir listemdeydi, dün kızkardeşimle beraber izlemek nasip oldu.

Bu film ortalama üstü bir melodram sayılabilir, aileyle izlemeye oldukça uygun. Kardeşim de filmi oldukça beğendiğini birçok kez belirtti. Filmi o kadar olmasa da ben de beğendim.

Oyunculuklardan bahsedelim önce, filmin ilgimi çeken yanlarından biri De Niro ve Willams ikilisini beraber görecek olmamızdı. Robin Willams süper bir oyunculuk sergilemiş, her açıdan sempatik ama içine kapanık yalnız erkeği çok iyi yansıtmış. Ancak allah affetsin, De Niro’ya çok güldüm. De Niro hep iyi oyuncu, bu rolünü de çok iyi oynamış. Ama benim için Jake LaMotta, Vito Corleone, Travis Bickle olan De Niro’yu bu mazlum özürlü rolüne oturtmam bir on yirmi dakikamı aldı.

Genel olarak ortalama üstü bir iyi hisset filmi olduğu söylenebilir filmin. İnsanın duygularına oynuyor. Zaten gerçek bir hikayeden alınmış, tabii doğal olarak senaryoda bayağı bir abartı da yapılmış heralde, “hadi len ordan” dediğim birçok an oldu. Ancak bu tarz filmlerde bu çok doğal, neticede belgesel değil sanat eseri. Beni tabii artık o kadar etkilemiyor bu filmler, ama eminim ki ben de kardeşimin yaşında olsam çok daha fazla etkilenirdim.

Şimdi gelelim bu film vesilesiyle asıl üstüne yazmak istediğim konuya, bu konuya filmdeki De Niro karakterinin annesinden bir alıntıyla gireceğim.

When my son was born healthy, I never asked why. Why was I so lucky? What did I do to deserve this perfect child, this perfect life? But when he got sick, you can bet I asked why! I demanded to know why! Why was this happening?

Burada doğal olarak bir çelişki var aslında. Eğer neden şanslı olduğunu sormuyorsan, bunu sorgulamıyorsan, neden şanssız olduğunu da sorgulamaman gerekir. İnsanın başına her şey gelebilir. Önemli olan iyinin kıymetini bilmek, kötüye de sabretmek. Ancak bu konudaki bence en iyi tahlili yüce alim Nasreddin Hoca yapıyor, ne zaman dara düşsem ve isyan etsem onun bu fıkrasını ve fıkradaki bilgeliği hatırlamaya çalışırım. En sevdiğim fıkralarından, Kazan Doğurdu:

Bir gün Hoca, komşusundan bir kazan ister, işini bitirince kazanın içine küçük bir tencere koyup iade eder. Kazan sahibi tencereyi görünce:

– Bu nedir, diye sorar.

Hoca cevap verir:

– Müjde! Kazanınız doğurdu.

Bu haber komşusunun hoşuna gider.

– “Pekâlâ!” diyerek tencereyi kabullenir.

Hoca yine bir gün komşusundan kazanı ister. Alır ama bu sefer iade etmez. Sahibi bir süre bekler. Kazanın gelmediğini görünce, Hocanın evine gelir, kazanı geri ister. Hoca üzüntülü bir çehre ile:

– Sizlere ömür, kazan öldü! der.

Komşu hayretle:

– Aman Hocam, hiç kazan ölür mü, deyince, Hoca’nın cevabı hazırdır:

– Kazanın doğurduğuna inanırsın da, öldüğüne niçin inanmazsın?

Bu dünyada acı da var, tatlı da. Elbetteki acıyı fetişize etmemek lazım. Belki uğraşılsa çare bulunabilecek sorunları doğanın kanunu bu diyip kabullenmek, çok tehlikeli olabilir. Ancak maalesef her soruna çare bulunmaz, ecele çare bulunmaz. İşte acının kaçınılmaz olduğu bu durumlardaysa, o acıdan bile bir anlam çıkartılabilir. Holokost’da hayatta kalmış psikiyatr Viktor Frankl da “İnsanın Anlam Arayışı” adlı muazzam kitabında bundan söz ediyor. Eğer acı da bu dünyanın ayrılmaz bir parçasıysa, nasıl diğer parçalarını anlamlı addedip de acının anlamsız olabileceğini savunabiliriz? İncilden bir alıntıyla bitirelim.

And said, Naked came I out of my mother’s womb, and naked shall I return thither: the Lord gave, and the Lord hath taken away; blessed be the name of the Lord.

Job 1:21

Neticede, veren de alan da Allah.