Say Anything (1989)


O defalarca parodisi yapılan, genç delikanlının yağmurda ıslanırken üstünde tuttuğu boombox’la yârine seslendiği meşhur sahnenin kaynağı efsane film buymuş. Film bir gençlik romantik filmi olarak gerçekten başarılı. Neden? Çünkü John Cussack’la Iona Skye’ın beraber olduğu tüm sahneleri izlerken sırıtıyordum. Bir aşk hikayesi, izlerken biraz özendirip biraz mutlu ediyor ve insanın içinde bir şeyler uyandırıyorsa başarılıdır. Bu çift de uyumları, güzel yazılmış diyalogları ve başarılı oyunculukları ile filmi satıyorlar. Iona genç, güzel ve yetenekli. Gayet başarılı bir iş çıkarmış ve insan onu beğenmeden edemiyor. Ancak bence asıl başarı John Cussack’ta, adam kelimenin tam manasıyla döktürmüş. İnanılmaz sempatik ve avanak. Bu tatlı ve kafası karışık beyefendiye yakınlık duymamak, onunla empati yapmamak çok güç. Bu şekilde acısını da, tatlısını da hissettiriyor.

Şimdi bu kısım, ilişkileri harika. Beraberlerken film akıyor gidiyor. Bir coming of Age filmi sayılamaz herhalde, çünkü zaten comelanan(?) bir şey yok. Kafaları karışık başlıyorlar ve kafaları karışık bitiriyorlar, bir kişisel gelişimden söz etmek pek mümkün değil. Ancak bence bu bir sıkıntı da değil, böyle de olması lazım zaten. Bu yaşlarda bu kadar belirsizlik içindeyken aksi nasıl mümkün olsun? Film daha çok bireysel gelişimlerinden ziyade ilişkilerinin gelişimi üzerine ve bu da gayet tamam. O yaşta olabilecek bu tarz bir ilişki gayet iyi işlenmiş kendi dinamikleri içerisinde. O yaştaki bir aşkın süreceğine, tarafların karakter ve kişiliklerinden de bağımsız, kimse pek ihtimal vermez. Sadece o aşkın özneleri tam manasıyla inanır, zaten buna mecburlardır da, çünkü aksi halde hiç mi hiç yürümez. İşte bunu süper vermiş film. Burada filmin belki de en beğendim son sahnesine değinmek istiyorum, çünkü bu yazdıklarımı çok iyi özetliyor. Uçağa binmiş İngiltere yolcusu olmuşlar, yan yana oturuyorlar. Kız kimsenin buna ihtimal vermediğinden bahsedince oğlan da bitmek tükenmek bilmez iyimserliği ile “No. You just described every great success story.” Diye cevap veriyor. Uçak kalkarken sallanmaya başlıyor, sonunda güvende olacakları ding’i beklemeye başlıyorlar… Zor iş yani, her babayiğidin harcı değil.

Bir de bence gereksiz olan ve sönük kalan tarafları vardı filmin, bu filmin üstüne yazmak istememin sebeplerinden biri de bu taraflar. John Cussack’ın çevresi, ailesi vs. Yine bir tık daha iyiydi. Belli bir işlevleri vardı ve zorlama durmuyorlardı. Ama ben kızın babasının suç işlemesine çok da inanmadım, zorlama ama daha da önemlisi, lüzumsuz … Belki de seksenler filmi olduğundan ziyade bazı şeyler abartılı. İşte kıza on üçündeyken annen mi baban mı diye seçtirmişler, babası dolandırıcılık yapıyor kızının geleceği için falan filan. Yani gerek var mıydı, her baba, ne kadar iyi bir baba olursa olsun biricik kızının aşık olduğu adamla ilgili şüpheler duyabilir, hele hele aşık olunan tip John gibi kafası karışık ve aklı bir karış havadaysa. Kızının ilişkisini tasvip etmeyebilir ve kızını ne kadar severse sevsin ve ilişkileri ne kadar iyi olursa olsun onunla bu konuda tartışabilir. Yeterli olmaz mıydı bu çatışma yaratmak için, yani adamı illa hapse yollamak lazım mıydı? Veya kızı binlerce kilometre öteye İngiltereye yollamak da şart mıydı? Harvard’a yollasak, Amerikan Klasiği bir east coast to west coast yapsak olmaz mıydı?

Bu filmi efsane yapan da işte bütün bu saydıklarımın pek de bir önemi olmaması. Filmin asıl aşk hikayesi o kadar güzel işlenmiş ki zaten odağın hep orada oluyor, müzikleriyle ve senaryosuyla da iyice gazlıyor. Bunun yaşanmasının mümkün olduğuna inanıyorsun ve tav oluyorsun. Çiftle bir bağ kuruyor, onlar mutlu olduğunda onlarla beraber mutlu, mutsuz olduklarındaysa mutsuz oluyorsun. Yeri geliyor gülüyor, yeri geliyor sırıtıyorsun. Finalde de suratında bir gülümsemeyle ayrılıyorsun. Bence bir romantik filmi/aşk hikayesini başarılı yapan da budur.

Metehan Ulusoy

31.07.2024