Match Point (2005)


…arguably may be the best film that I’ve made. This is strictly accidental, it just happened to come out right. You know, I try to make them all good, but some come out and some don’t. With this one, everything seemed to come out right. The actors fell in, the photography fell in and the story clicked. I caught a lot of breaks!

Woody Allen

Bu film beni çok sert vurdu. Önce Filmin konusu epey ilgimi çekti, sonra da oyuncu kadrosunu ve işlenen temaları görünce merakım iyice arttı. Bunun Woody Allen’ın en iyi filmlerinden biri olduğunu okuyunca da beklentilerim pik yaptı. Ancak bütün bunlara rağmen bu denli çok etkilenmeyi beklemiyordum. Film bittikten sonra dahi bir süre şokundan çıkamadım, çok sert bir filmdi.

İki başkarakterimiz, Chris ile Scarlett. Bu ikisinin aslında epey benzer özellikleri var. İkisi de özene bezene yaratılmış, asıl mesleklerinde o kadar da başarılı değiller, fakir bir arkaplandan ve uzaktan(İrlanda ve ABD) geliyorlar. İkisi de cazibelerini zengin aileye kapağı atmak için kullanıyorlar, ancak sonunda Chris bunda başarılı olsa da Scarlett olamıyor. Ben bunu onun Chris’ten daha düzgün bir insan olmasına bağlıyorum.

çekici bakışlarıyla Scarlett

Scarlett Johansson çok başarılı, role tam oturmuş. Hep bu tarz rollere koyuyorlar zaten, Prestige ve bir öbür filminde daha metresi oynuyordu. Kafalardaki yuva yıkan sarışın bomba tipine tam uyuyor gerçekten de. Chris kadar olmasa da o da bir yere kadar suçlu. Erkekler üzerinde sahip olduğu etkinin farkında, başarılı bir aktris olamayacağının farkında, aslında zengin kocaya kapak atmaya çalıştığının da farkında, evli bir adamla beraber olduğunun da farkında. Ancak yine de duygularında dürüst hiç değilse, ikiyüzlü değil Chris gibi. Chris’in pençesine düşmesi de nişanlısı bundan ayrıldıktan sonra girdiği duygusal boşlukta oluyor. Kenarda bunu elinde oynatıp manipüle ediyor Chris, Hal böyle olunca da yaşadığı mağduriyetten ötürü insan ona bir sempati besliyor.

Donuk mavi gözleriyle yakışıklı şeytan Chris

Chris ise aslında tam bir yavşak, ikiyüzlü sahtekarın teki. Ancak çok yetenekli bir sahtekar, süper rol yapıyor. Böylece evlendiği kadını, ailesini, metresini ve de beni kandırabildi. Ne kadar iğrenç bir insan olduğunu görüyorsun, maskeleri bir bir düşüyor ancak yine de tam emin olamıyorsun.

Bütün yaptıklarına rağmen yine de içimde küçük bir acaba kaldı, işte filmin başarısı da buradan geliyor. Acaba gerçekten de olaylar kontrolü dışında mı gerçekleşti, acaba gerçekten seviyor muydu, acaba pişman mı? Ancak bu acabalara önem vermiyorum artık, görünen köy kılavuz istemez. Ayinesi iştir kişinin, bu insan müsvettesinin de yaptıkları ortada.

Filmi bu kadar beğenmemin asıl sebebiyse ilgimi inanılmaz çeken temalarla boğuşuyor ve bu temaları çok ustalıkla ele alıyor olması. Senaryo tek kelimeyle muazzam, hem bu temaların hem de hikayenin işlenişi açısından. Ağır basan iki tema var, biri suç ve ceza, bir diğeri de şans. Bu temaların etrafında da dikkatimi çeken çok iyi iki foreshadowing örneği vardı, iki temayı da bu örnekler üzerinden ele alacağım. İlk foreshadowing’i çok geç, anca olaylar gerçekleşmeye başladıktan sonra farkına vardım. İkincisi de sağ gösterip sol vurdu ve beni tongaya düşürdü.

ilk örnek

Gördüğümüz üzere esas oğlanımız uzanmış Suç ve Ceza okuyor. Ayrıca öyle rastgele de okumuyor, “reader’s companion” ile beraber okuyor. Ben bu olaya çok önem atfetmemiş, kendini entelektüel olarak geliştirmeye çalıştığını ve sanata içten bir ilgi beslediğini düşünüp geçmiştim. Ancak sonradan dönüp bakınca dank etti her şey. Sorgulayıcı olmak lazım, neden “Suç ve Ceza”? Orada Karamazov Kardeşler de olabilirdi, başka herhangi bir rus klasiği de. İyi bir filmde hiçbir detay rastgele değildir, bu detay da gelmekte olanları simgeliyor.Ancak ben o gelmekte olanı fark edemedim, henüz daha Chris’in maskeleri düşmeye başlamadığı için bu tarz bir suç işleyebileceği aklımın ucundan geçmedi

Chris tasarladığı iğrenç planı gerçekleştirmek için kayınpederinin av tüfeğini çalınca bile gelmekte olana inanamadım. Saf saf ulan acaba intihar mı edecek dedim, ama bu onun tarzı değil? Kimi vuracak acaba filan diye düşünüyorum, hala kabullenemiyorum metresini öldüreceğini.

Ancak ne zaman önce metresin komşusu masum kocakarının evine girip onu vurdu ve ardından elini mücevher kutusuna daldırıp bir hışımla kolyelerini aldı, işte o zaman kafamda yıldırımlar çaktı ve bir anda Raskolnikov’un Suç ve Ceza’da yaşlı kocakarıyı katlettiği sahne gözümde canlandı. Bu mükemmel climax’ten itibaren bir şok içerisinde izledim filmi.

Ardından karnındaki bebeğiyle beraber Scarlett’i vurdu. Ben buna inanamadım, hatta hala daha tam olarak kabullenemedim. Dedim bu kadar da olamaz. Sevdiği kadını vuramaz, Scarlett vurulur mu? Ancak anladım ki o felaket insan, ki ona insan demek bile güç, ölü mavi gözlerin arkasında korkak bir zavallının teki. Uyandırdığı sempati aslında sadece zavallılığına duyulan acıma duygusundan kaynaklı. Tüm varlığıyla bencil, kendinden başka hiçbir şeyi düşünmüyor. En başta hareketlerinin samimiyetine inanmıştım oysa ki…

Ancak şimdi en başından beri her şeyi planladığına, açgözlü bir parazitten başka bir şey olmadığına inanıyorum. Zengin kulübünde hoca olmasının sebebi çekiciliğini kullanıp kendine zengin karı bulmak ve bunu bir atlama tahtası olarak kullanmaktı. Kitap okumasının ve sanatla ilgilenmesinin bile samimiyetine inanmıyorum artık, belki onları bile sırf müstakbel karısının ailesini etkilemek için yaptı. Hatta belki Scarlett’i bile gerçekten sevmedi, ona da sırf aç gözlülük ve şehvetinden dolayı yaklaştı. İnsan hiç sevdiğini öldürür mü?

Beşer şaşar, her insan büyük veya küçük suç işleyebilir diyelim. İnsan yanlış kararlar verebilir, bu kaçınılmaz. Varsayalım ki başlangıçta gerçekten içten duygular beslemiş olsun Chris Scarlett’e karşı, işlerin ne kadar ileri gideceğini ön görememiş olsun. O bu durumu kenara ittikçe de sorun büyümüş, içinden çıkılmaz bir hal almış olsun. Yaptığı yanlışın sorumluluklarını üstlenmek, girdiği çıkmazı doğrulukla aşmaya çalışmak mümkün gözükmesin ona. Günahlarının bataklığında debelendikçe debelensin. Kendi çıkarlarını diğer herkesin üstüne koysun ve yaptığı yanlışı daha büyük bir yanlışla kapatmaya çalışsın. Oysa iki yanlış bir doğru yapmaz, yapamaz. Sonuçta da kendi kurtuluşu için iki canı alsın, masum bir yaşlıyla sevgilisine kıysın…

İşte bu noktada dahi kefaret mümkün olabilir. İnsanoğlu çok büyük kötülüklere muktedir, ancak insanın gücü de yine yaptığı kötülüklerle yüzleşebilme yeteneğinden gelir. İnsan, her daim doğru olanı yapmaya ve suçuyla yüzleşmeye karar verebilir. İşte o andan itibaren insan yapmış olduklarını kabullenir, sorumluluğu üstlenir, suçunun cezasını çeker, işlediği günahların bedelini öder ve yeniden doğar. Geri kalan hayatına da yaptıklarının gölgesinde devam eder…

Ben de Chris’in vicdanının ağır basmasını bekledim, Raskolnikov gibi pişman olup tövbe etmesini. Ancak o an asla gelmedi, çünkü bu o tarz filmlerden değil. İşte Chris’in Raskolnikov’dan ayrıldığı nokta da burası. Raskolnikov da her ne kadar iğrenç bir suç işlemiş olsa dahi o Raskolnikov, özünde Chris’ten çok farklı. Çünkü Raskolnikov, yaptığı büyük yanlışa ve içinde kopan fırtınalara rağmen, doğru bir insan. Bu yüzden de sonuçta kendi içine bakıp suçuyla yüzleşiyor ve cezasını çekiyor, böylece de manevi kurtuluşuna ulaşıyor.

Ancak Chris kendi vicdanını, iç sesini boğuyor. Her şeyi derinlere gömüp maddi kurtuluşa ermeyi umuyor. Ancak burada farkına varabildim ki bu adamın kesinlikle teslim olacağı falan yok, her şeyi inkar etmeye devam edecek. Ben de çaresiz, kös kös polisin herifi yakalamasını beklemeye başladım ve işte böylece filmin ikinci esas temasına geldik: Şans.

Filmin daha başlarında, kendi de eski bir profesyonel tenisçi olan Chris, sporda da hayatta da şansın çok büyük bir etken olduğunu, ama insanların bunu genel olarak kabullenmediğini söylüyor. Bunun üstüne verdiği örnek de cuk oturuyor, filede seken tenis topu ön tarafa da düşebilir arka tarafa da. Ancak bu rastgele olay maçın sonucunu belirleyebilir. Bu konu açıldıktan sonra Chris’in zengin eşi de hemen atlayıp ben şansa inanmam, varsa yoksa çok çalışmak diyor. Nedense hep iyi imkanlara doğmuş varlıklı insanlar şansı göz ardı eder, varsa yoksa çok çalışmak deyip dururlar…

Bu noktada aklıma gelen, en sevdiğim alıntılardan biri:

“Yaşamın tamamında, özellikle de savaşta, en büyük güç talihtir.”

Jül Sezar

Beni tongaya düşüren ikinci güzel foreshadowing örneğini de tam polis amiri işi çözmüş ve Chris’i enselemek üzereyken görüyoruz. Chris kocakarıdan çaldığı yüzüğü nehre fırlatıyor ama yüzük korkuluklara çarpıyor ve şans eseri karadan yana tarafa düşüyor. Ben bunu tenis topunun kendi tarafına düşmesinin sonucu gibi bir şekilde herifin kaybedeceğinin, sonunda yakalanıp cezasını çekeceğinin göstergesi olarak yorumlamıştım. Tabii sonuçta şans meleği yardım etti ve tam tersi yaşandı. Yüzük başka bir aşağılık suçlunun üstünden çıkarak Chris’in kurtuluşuna önayak oldu.

o yüzük ve ikinci foreshadowing örneği

Kitap filmden işte bu noktada ayrılıyor. Suç ve Ceza özünde umut verici ve mutlu sonlu bir kitap, bir insanın düşüşünü ve tekrardan yükselişini işliyor. Neticede adalet yerini buluyor ve insanı kurtuluşun nolursa olsun mümkün olduğuna inandırıyor. Suç ve Ceza’ya göre her suçun bir cezası var. Film ise çok daha karanlık. Adelet diye, vicdan diye bir şey yok. Tek gerçeklik şans. Şansın yaver gitmesi demek, her şey demek. Sonuçta da suç, suçlunun yanına kalıyor ve o suçlu cezasını çekmeden hayatına devam ediyor.

Ben inanmak istiyorum ki her şeyin bir bedeli var, her suçun bedeli er geç ödenir. Ben inanmak istiyorum ki Chris de işlediği suçun bedelini bir şekilde ödeyecek, işlediği günah onu içten içe yiyip bitirecek. Ben inanmak istiyorum ki asıl gerçek, Suç ve Ceza’nın çizdiği gibi, bu filmin çizdiği gibi değil. Ben inanmak istiyorum ki hiçbir suç insanın yanına kalmaz, bu Dünya kimseye kalmaz. Ben inanmak istiyorum ki geçmişiyle ve yaptıklarıyla yüzleşebilen herkes için kurtuluş mümkün…

Ancak bu harika film tamamen apayrı, çok daha kötümser ve belki daha da gerçekçi bir resim çiziyor. Bunu da harika diyalogları, iyi işlenmiş hikayesi ve muazzam oyunculuklarıyla beraber başarıyor. Bütün bunlarsa Woody Allen’a göre “strictly accidental”. Sonuç olarak bütün mesele şans, değil mi?

Metehan Ulusoy

6.9.2024